Hayalim Bi' Çiftlik

Neden Doğada Olmasın ?.. – Datça

Samet Çiçek işini kırsala taşıyanlardan biri…

Hayalim Bi’ Çiftlik logosunun hemen altında bu sitenin aslında özünü anlatan cümle yer alıyor; “Hayat bir mutluluk arayışıdır”… Biz de aslında özünde o yolculukta olan insanların hikayelerini buraya taşıyoruz.

Mutluluk arayışında olan ve bu yolculukta bir şekilde kendini doğada bulan insanları arıyoruz.

Samet Çiçek, iş anlamında bir ayağı halen şehirde olsa da hayatının merkezine doğayı koymuş bir genç… Bugün onun gibi, çok sayıda genç işini seçtiği coğrafyada yapmaya çalışıyor, yapıyor.

Çünkü teknoloji artık kent merkezlerine ait bir olgu değil…

Kendini anlatsana biraz ? Bu dinginlik arayışı nerede başladı ?

Doğma büyüme İstanbullu’yum. Anne ve babamın işi sebebiyle İstanbul’da Erenköy’den Nişantaşı’na… Altunizade’den Asmalımescit’e bir çok yerde yaşadım. Hayatımın ilk 25 yılında toplam 11 ev değiştirdim. Dolayısıyla İstanbul’u, otobüs hatlarından, trafiksiz ara sokaklarına kadar, iyi bilen ve semtleriyle özel olarak ilgilenen biriyim.

Grafik tasarımcıyım. Çakma ayakkabı satan alışveriş sitesinden tut da Microsoft’a kadar kurumsal şirketlere, oradan kendi butik ajansıma kadar değişik işlerde çalıştım. Hayatım boyunca dinlediğim müzikler bana sistemin parçası olmamayı, onu kırmayı öğütlüyordu. Böyle işlere gidip gelirken, bu müzikleri dinlemek de büyük çelişkiydi benim için… Birbirinin kopyası hayatlara sahip olmaya çalışan insanları farketmeme sebep olan şey de bu çelişki oldu.

Grafik tasarım işini yapmaya devam ediyorsun. Yani bu mümkün değil mi ? Şehirde yaptığın işi bir Ege köyünde de yapabiliyorsun artık ? 

Ben işimi uzun zamandır evden yapıyordum. Eh madem evden çalışıyorum neden güzel bir evden çalışmayayım, neden güzel insanlara ve doğayla olmayayım diye düşündüm.

Nasıl bir kararla yerleştin Datça’ya ? Bir “o an” var mı? Ne seni motive etti?

Okul bitip de iş hayatındaki insanları gördükten sonra “Bütün ömür bu tip insanlarla mı geçecek” diye sorgulamaya başladım ve hayatım Ege köyüne taşınma hevesiyle geçti. Hep erteledim, hep daha zamanı var diye düşündüm.

Sonra bir arkadaşımızın ailesi Datça’da yaşıyordu. Bir gün evde otururken “Hadi gidiyoruz!” dedik ve uçak bileti baktık. Hayatımda Datça’ya ilk adım atışımdı. Aslında doğasından çok insanına aşık oldum. 2 gün içinde evi görüp beğenip İstanbul’a döndük. Doğa heryerde var ama insan gerçekten çok önemli. Muğla insanını anlatmak için ayrıca bir konuşma yapmam gerekir. Eğer onlara bu kadar çabuk alışmasaydım İstanbul’da yaşayıp, bunun hayalini kuran ama yapmak için iyice geç kalan, ve sonunda da yapmamış binlerce insandan biri olarak kalacaktım.

Yani sen “Samet” olarak aslında samimiyet arayışını bir Ege köyüne taşıdın…

Samimiyet çok geniş kavram tabii ki… Karşılaştığın her insanın sana içten pazarlıklı yaklaşmayıp, aksine yardım etmeye çalışması; gün içinde mücadele edecek bir tane daha az sorun demek ve bu hiç de az bir şey değil… Kurtulunca bunu anlayabiliyorsunuz.

Sence biz bu röportajı neden yapıyoruz? Seni özel kılan ne?

Çevremin bana söylediği “Sen yapıyorsan, ben de yaparım gibi geliyor.” “Neden” diye sorduğumda ise İstanbul’daki yaşantımı gösteriyorlar.

Hani hep taşınanlar vardır İstanbul’dan… Arkadaşın arkadaşları… Hep doğa aşığı olmuş, sürekli kamp yapan ‘hippi-vari’ tanıdıklarımızdan… Ben onlardan biri değildim. Şehri seven, elektronik oyuncakları olan, elinin altında interneti olduğu zaman iki hafta evden çıkmasa sıkılmayan apartman çocuğuydum. Asmalımescit’in Asmalı olduğu zamanlarda, hep beraber terasında kalabalık mangal partileri yaptığımız bir evim vardı. İşim gereği popüler kültürden ve getirdiği sosyal yaşantıdan beslenen biriyim.

Bütün bu kalabalıktan ayrılıp bunun eksikliğini duymuyor olmam çevremdeki insanlar için en büyük motivasyon oldu. Tabii ki ara sıra, whatsapp gruplarında yapılan buluşma planlarına özeniyorum ama burada yaşadığım gerçek ve doğal olan herşey büyükşehirin herhangi bir pozitif yönünü fazlasıyla unutturuyor.

Senin açından, yani bu hayali kurup gerçekleştiren birinin gözünden karşı taraf, şehir nasıl görünüyor?

Hani kurbağa deneyi vardır; kaynar suya atarsanız zıplayıp kaçar ama suyu yavaş yavaş ısıtırsanız farketmeden ölür. İstanbul’da yaşadığımız zaman sokakta yürürken duyduğunuz güvensizlik, market sırasında size kötü niyetle bakan insanlar, 5 kilometre yolu 1 saatte gidiyor oluşunuz… Bunlar bir süre sonra sıradanlaşıyor ve hayatın bir parçasıymış gibi geliyor. Şu an büyükşehirde yaşayan hiç kimse bunlardan şikayet etmeyi aklına getirmiyordur.

Şikayet etmek için daha kötü olaylar olması lazım. Ancak taciz edildiğiniz zaman ya da 5 kilometre yolu 1 saat değil de 3 saatte gittiğiniz zaman bu durumdan huzursuz olma hakkınız oluyor.

Bugüne kadar bilmediğim şey ise bunların zorunluluk değil tercih olduğuydu. Bütün hayatımızı bu şekilde geçirmek zorunda değiliz bunun dışında bir yaşam sürmek tercih edilebilir ve uygulanabilir bir seçenekmiş.

Büyükşehir size sürekli hayal satıyor; “Daha zengin olabilirsin”“Daha elit takılabilirsin, daha cool gözükebilirsin”… Ama söylemediği şey size zengin olunca arabanızla gideceğiniz bir yol vermemesi, daha çok para için iyi insanların üstüne bastıkça etrafınızda kötü insanlar kalacak olması gibi… Kapitalizmin dayattığı gibi asla işinize yaramayacak şeyleri ihtiyaçmış gibi gösteriyor ve en yakınınız bile bu makinenin dişlisiyken ona karşı çıkacak kadar güçlü olmanız gerekiyor.

“Zorunluluk değil tercih” meselesini biraz daha açabilir misin? Bunu pratik ediyorsun şu an sen. Nasıl bir hayat yaşamak istediğinle alakalı galiba biraz da bu değil mi?

Mutluluğu şehirli hayatın “başarılılarından” olmakta aradık hep… Buna ait olmak için de biraz önce bahsettiğim sevimsiz şeyler bu uğurda katlanılması gereken bir mecburiyetti. Farklı şeyler yaşayıp gördükçe, şehrin sana vaat ettiklerinin peşinde koştuğun zamanın ne kadar beyhude olduğunu farkediyorsun.

 

Şu an şehirle temasın ne derecede?

Kışın ayda 1 kere, 4-5 günlüğüne arkadaşlarımı görmeye gidiyorum. Yazın zaten herkes buralarda olduğundan böyle bir ihtiyaç olmuyor. İşim gereği toplantılara gitmem gerektiğinde ise sabah İstanbul’a inip akşam geri dönüyorum. İstanbul’da mecburiyetten geçirdiğim her dakika boğulacak gibi oluyorum.

Neler yapıyorsun, günlük rutinlerin neler?

6-7 gibi kalkıp tavukları ve kedileri besliyorum, kahve üstüne (düzgün kahve çekirdeğinizin olması büyük lüks) kışın yürüyüş, yazın yüzüyorum. Dönüşte kümesten aldığım yumurtayla kahvaltı… Öğlene kadar işlerimin başına oturup e-mail’leşme süreci ve bahçede biraz komşuyla sohbet edip öğlen yemeği hazırlama…

Akşam üstü olana kadar sabah e-mail’leşilen konularda çalışma, üstüne biraz daha spor ve akşam yemeği. Ardından bahçe sulama, kümesi kapatma ve erkenden yatış…

Kışın odun kırması, sobayla uğraşması, tıkanan boruların açılması, kirlenen yerlerin temizlenmesi daha zor… İyi ki burada kış sadece Aralık ve Şubat ayları arasında yağan yağmurlardan ibaret, yılın geri kalanı yaz. Güneye taşınmaya karar veren insanların yazın başında taşınıp sürece alışmalarını ve kışa hazırlıklı olmalarını öneririm.

Şunu orada yapabilirim, şunu orada yapmak istiyorum dediğin şeyler var mıydı ?

Yemekle aşırı ilgiliyim… Özellikle mangal ve tütsülenmiş et konusunda iddialıyımdır. Gıdanın en doğal haliyle direkt temasa geçmek benim en büyük motivasyonumdu. Dalından koparıp salataya sıktığınız limon, tavuğun altından aldığınız sıcacık yumurtanın tadı gerçekten hiçbir şeyde yok. Türkiye’de pek yaygın bir et pişirme yöntemi değil özel odunların dumanına eti 9-12 saatlik bir sürede pişirme tekniği. Grafik tasarımı, müşteriyi, trendleri bırakıp bunu yapabildiğim bir açık hava restoranı açma hayalim var.

Etlerin yanına türlü türlü mezesi, yan yemeği de elimden geliyor tabii ki. “Neşe Odunu” diye bir marka oluşturup yaptıklarımı insanlarla paylaşmak istedim. Hardal da bunun ilk postalanabilir ürünü oldu, çok güzel geri dönüşler aldım ve inandığım şeyde devam etmem konusunda bayağı motivasyon sağladı.

Taşınmadan önceki süreç nasıldı?

Yakın çevrem tabii ki karşı çıktı, “Emin misin, Bu kadar ani karar verilir mi?” vs… Şu bir gerçek ki bu kadar ani bir karar olmasa ve üstünde düşünülecek birşey olsa hiçbir zaman olmayacak veya çok geç olacaktı. Bu konuda karşılaşılan ilk zorluk insanın yakın çevresine karşı verdiği savaş… Etrafında bunu yapmak isteyip de yapamayan herkese karşı durmuş oluyorsun çünkü. Eğer sen büyük şehri bırakmayı başarırsan, onlar başarısız hissedecek. Dolayısıyla sana olumsuzlukları saymaya başlıyorlar, adına seviniyorlar ama içten içe istemiyorlar.

Bu savaşı atlatmak en zoru… Bunu atlatırken bir yandan her gün YouTube’da video izlerken buldum kendimi. Tavuk nasıl beslenir, duvar nasıl örülür, bahçecilik nasıl yapılır vs… Sonra gördüm ki bu işler bilgisayar başında izleyerek değil yaşayarak öğreniliyormuş. İzlediğim her şey çöp… Bir ay geçirince temel her şeyi öğreniyorsun zaten… İnceliklerine ulaşman için de yerlisiyle çok konuşup, çok gözlemlemen gerekiyor.

Bunu bir mutluluk arayışı olarak tanımlayabilir misin?

Tabii ki… Dinlediğim müzikten ergenliğimde aldığım hazzı alıyorum, yediğim yemeklerden hayatımda almadığım hazzı… Baktığın zaman günde 3 öğün yemek yiyip, en az 4 saat müzik dinliyorum… Eh, günlük kalitem hayli yükselmiş, üstüne canımı sıkan birçok şey de ortadan kalkmış. Nasıl mutlu olmayayım !

Datça’daki en büyük keyfin ne ?

30 yıl boyunca öğrenmediğim onca şeyi 7 ay içinde öğrendim… Örneğin bir eşyam bozulduğunda yenisini alan biriyken eli alet tutan, her şeyi tamir etmeye çalışan bir kişiye döndüm en basiti… Burada ‘usta’ya pek gerek olmadığı için her şeyi öğreniyorsunuz mecburen… Ve cidden elektrik, su tesisatı veya kulübe yapımı hiç zannettiğim kadar zor şeyler değilmiş. Bahçe bakımı, kümes hayvancılığı, keçi bakımı, arıcılık, motorlu alet kullanma, odun kırma vs… Buralarda bir laf vardır; “olur, gider”… Bilinmeyeni kafamızda büyütmeyi o kadar alışkanlık haline getirmişiz ki “olur, gider” diyip rahat olamıyor, bir türlü öğrenemiyoruz.

En büyük keyfim her gün yeni bir tecrübe ediniyor, hala öğreniyor olmak. Bir de kayalıklar arasında denize girilecek ıssız plajlar keşfetmek.

Patlamalar, bombalardan uzaktasın… İnsanlar şunu merak ediyor; Bunlardan kaçmak mümkün mü?

Mümkün. Detaylarına girersem siyasi ve sosyal birçok konuya değinmem gerekir.

İnsani bir üzülme / sinirlenme refleksini dışında tutarak söylüyorum; tüm bunlar olurken hepsinden uzakta olduğum için, topluluk psikolojisine girmediğim için şanslı hissediyorum kendimi…

Senin gibi doğaya dönmek isteyenlere bir şey söyleyecek olsan?

Düşünmeyin, hemen yapın. Kendinizi denize atın, elbet yüzmeyi öğrenirsiniz. Aklınızda “yüzmenin artıları ve eksileri nelerdir, bir saniyede kaç kulaç atılabilir, ayağıma yosun değer mi” gibi sorularla güneşin parlattığı sonsuzlukta uçuyor olmanın zevkini alamazsınız. Yapın, değecek!

Datça’da en çok neye küfrediyorsun?

Horozlar… 10 tavuğa 1 horoz düşmesi gereken kümesimde 3 civciv, 5 tavuk, 5 horoz gibi bir nüfus var. Biri öttü mü diğerleri de ötmeye başlıyor ve bitmek bilmeyen bir kanon oluşuyor. Dolayısıyla buradan tilki arkadaşlara sesleniyorum… Perşembe geceleri kümesin kapısını açık bırakacağım, tavuklara dokunmadan istedikleri horozu alsınlar.

İnsanın mutluluk arayışı biten bir yolculuk değil… Senin de ileriye dair hayallerin olmalı, ya da var mı?

Hayatımın bu tip evrelerden oluşacağını varsayarsak İstanbul yaşantım birinci adımdı. Şu an ikinci adımdayım. Datça mükemmel bir yer ama benim için son durak değil, özellikle kış aylarında sosyal olarak beslenmek ve toplantıya çağırıldığımda havaalanına gidip gelmek hayli zor. Öğrendiğim şeylere bakıp burada acemilik eğitiminde olduğumu düşünüyorum. Öğrendiğim şeyleri uygulamak için biraz daha sosyalliğe ve havaalanına yakın -asla tam içi değil- betondan uzak farklı yerler keşfetmeli -yurtiçi, yurtdışı farketmez- ve birkaç farklı adım daha atıp, hayatta neler yapabildiğime bakmak istiyorum. Son adım tamamen huzurla yaşayabileceğimi düşündüğüm bir yerde kendi perma-kültürümü ve ailemi oluşturmak… Ama oraya gelebilmem için arada birkaç adım daha olduğunu hissediyorum.

İngilizce “off-grid” denen, Türkçesi otonom olan hayatları yaşayan insanların sayısı gelecekte giderek daha fazla artacak. Çünkü, Samet Çiçek gibi örnekler başka hayatların mümkün olduğunu kulaktan kulağa yayıyor.

Evet, sosyalleşme ikilemi, paylaşma ihtiyacı, her zaman en büyük problem… Ancak yıllar içinde öncülerin arkasından yenileri gelecek, mutluluk arayışında olan insanlar taşınılan coğrafyalarda birbirlerini bulacaktır.

Bir kez şişeden çıkan cinin geri girmesi artık mümkün değil…

Samet Çiçek’e aşağıdakilerin onun için çağrıştırdıklarını sorduk;

Et: Her öğünümün olmazsa olmazı. En büyük kabusum birgün bir doktorun gelip ‘artık et yiyemezsin’ demesi.

Organik: Mümkün olduğunca dalından kopararak yemek en keyiflisi, süpermarketin normal domatesiyle organik domatesi arasında hiçbir fark yok. Onun yerine güvendiğiniz pazarcılara kendinizi bırakın derim.

Köy: Ortak hayat sürme, kişisel alan olmaması.

Köylü: Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için.

Datça: Yolu sapa olarak kalsa ve hiç bozulmasa keşke.

Müzik: Hayatımın etten sonraki diğer yarısı…

Samet Çiçek’in instagram hesabı…

Bir Soru Sorun

yorum

Son aktif üyeler

Şu an yakınlarda aktif olan üye yok

Üyeler

Henüz kimse kayıt olmamış!

Çevrimiçi kişiler

Şu an çevrimiçi kullanıcı yok