Hayalim Bi' Çiftlik

Ucubece Bi’ Çiftlik … Bartın

Zehra Ertuğrul’un “ucube” hayatı…

Farklı olanın çok sevilmediği, muhafazakar bir ülkede yaşıyoruz. Bi’ örnek giyinenler, sabit düşünceler alkışlanırken, farklı olan, seçim yapanlar çoğu zaman aşağı çekilmeye çalışılıyor.
Bu sitede, yeni çiftçilerin hikayelerini anlatmaya başladığımızdan bu yana da ne şanslıyız ki, başka bir yol seçen birçok insanla tanışma şansımız oldu.
Zehra ile de ilk kez Mart 2017’de konuşmuştuk. Henüz dedesinin Safranbolu’daki toprağına yeni dönmüştü. Benbirucubeyim adını verdiği Instagram hesabında, “ilk çiftçilik deneyimlerini” paylaşıyordu.
O tanışıklığın üzerinden üç sene geçti, Zehra Bartın’a taşındı, bu süre içinde evlendiği eşi ile “ucubuce” adını verdikleri bir bahçe kurdular.
Zehra bugün yeni bir toprakta, ucube işler yapmaya devam ediyor.
Bu onun hikayesi…

“Ucube” nereden çıktı? Neden bunu kendine kimlik olarak belirledin?

Ucube liseden kaldı, bir hocam yazdığım ödev için demişti, sağ olsun.:) Okulda yılın ucubesi seçildim, sevdim bunu. Bana kötü ya da çirkin bir şeyden ziyade ortamdan farklı olanı çağrıştırıyor. Üniversitede de kaldı üstümde, gururla taşıdım mahlasımı. Birçoklarına göre adıma yakışanı yapıp, ucubece olduğu düşünülen felsefe bölümünü seçtim. Köye kaçtığımda da öyle anıldım ama orası muamma, köy muhtarının oğlu bana “deli manyak, ucube” diyordu. Sanırım bu, hem köye yerleşmemden hem de ilk gittiğimde saçlarımın yeşil olmasından kaynaklanıyor olabilir. Bartın’da da bi süre “Ümit’in karısı” olarak anıldıktan sonra artık ucube oldum. Belki genelde çevremdekilere göre absürt olanı seçtiğimdendir.

Yaptığımız bahçenin adı da öyle kaldı. Eşime bir gün “sen olmasaydın ve bu işlere tek kalkışmış olsaydım “ucubece yapardım adını” dedim, bunu dememle, ampul yandı, çok hoşuna gitti. Fikirlerine güvendiğim çok değer verdiğim iki kişiye daha bahsettim bu isimden, onlar da beğenince “ucubece bi bahçe” olduk. Bizimle bağdaştırılıyor bu ucubelik diye düşünüyorum. Her zaman hikayesini bildiğimiz ürünleri, hikayesini bildiğimiz üreticilerin ürünlerini almayı öneriyoruz, biz de her fırsatta hikayemizi anlatıyoruz, sonrasında isim sanki cuk oturuyor.

Bartın’ın neredesindesiniz, her gün üzerine bastığın toprakla tanışıklığınız nasıl oldu?

Safranbolu’ya taşınmadan önce Bartın diye bir şehir olduğunu bilmiyordum bile. Denize gitmek için yakın bir yer ararken öğrendim. Azınlıkta değilmişim, çoğu insan Amasra’yı bilmesine karşın Bartın’ı duymamış. Belki de bu yüzden bu kadar yeşil, bu kadar güzel kalabilmiştir ve tabii gelişememiştir. Aslında merkez ilçedeyim ama köy bildiğiniz, 4-5 mahalleden oluşuyor. Şehirden daha çok, harika bir kasaba diyebilirim. Hayallerdeki sahil kasabalarından biraz daha serin sadece.  Bir tarafı deniz, bir tarafı orman. Kano festivalleri düzenlemeyi hayal ettiğimiz, İstanbul’a zamanında yumurta, meyve ve sebze götüren gemilerin geçtiği meşhur bir ırmağımız var. Belki de biz daha da güzelleştirir, şenlendiririz buraları zamanla.

Köy halkı ile olan ilişkiniz nasıl?

Komik. Şaşırıyorlar. Eşim ve beni önceden turist sananlar olmuş. Ev sahibimiz de dalga geçmek için “Evet, adam Türk, kız Alman” demiş. Ben “selamün aleyküm teyze, bir kova tezek lazım, alabilir miyim senin bahçeden” deyince hafif bi’ “tövbe estağfurullah” olunuyordu 🙂 Alıştılar şimdi ama memur alımlarında hala haber veriyorlar tabii 🙂

Ne yetiştiriyorsun, nasıl bir tempoda çalışıyorsunuz?

Şu an için evimizin bahçesinde (1,5 dönüm) yerel tohumlarla domates, biber, kabak çeşitleri, hıyar, fasulye çeşitleri, mısır ve yeşillikler (maydanoz, roka, tere, dere otu ve  semiz otu) yetiştiriyoruz. Bu yıl bahçe pazarı gibi bir düzen kurmaya çalışıyoruz; misafirlerimiz belli saatlerde gelip taze meyve sebzelerini dalından kendileri toplayabilsin istiyoruz. Şansımıza bulduğumuz evin bahçesi de meyve ağaçlarıyla çevrili.

Yaklaşık 10 dönümlük de bir cevizliğimiz var bize emanet olan. Cevizler daha bebek, aralarındaki mesafe 8 metre, bu araları da yoğunlukla bamya ekerek değerlendireceğiz. Onun dışında patates, soğan, sarımsak, mısır, fasulye ve biber.

Tam bir bahar temposuyla çalışıyoruz. Bazen yemek yemek bile zor geliyor, ağzındaki lokmayı çiğneyecek halin kalmıyor ama mutlusun. Doyurmuyor belki mutluluk ama o yorgunluğunu başka bir şeye dönüştürüyor. Belki huzura ya da bu sadece benim hüsnükuruntum. Çok yoruluyoruz ama keyfimizin kahyalığından da ödün vermiyoruz.

Korona sebebiyle birçok arkadaşımız gelemedi ama baharla birlikte yine mesafemizi koruyarak sofralar kuruyoruz. Odun ateşinde güveçler, semaverde çaylar… Arkadaşlarımız bahçemize gelince ve yapmak istediklerimizi duyup hoşlarına gidince motive oluyoruz, onaylanma ihtiyacı giderilince daha güçlü hissediyor insan sanırım. Hatta salgın sebebiyle açık hava ihtiyacını bahçemizde gideren arkadaşlarımız oldu. Biz fide dikerken asma altında kitabını okuyan, elma ağaçlarının altında kahvesini içen, orada olduğu için güzel şeyler yapıyoruz hissi veren insanlar. Yardım edebilenler bahçe işlerine de yardım ediyor.

Sonbaharda ayrı bir tempomuz var bizim, salça temposu. Eylül ayında Adana’ya gidiyoruz salça yapmaya. Yaklaşık bir ay oradayız. Adana’nın güneşinde pişiyor salçalarımız. Biber, domates salçası, acı-tatlı pul biber, domates sosları ve süs biberi turşusu yapıyoruz. Bartın’da da satıyoruz. Çevremiz sayesinde İstanbul, Ankara, İzmir, Zonguldak’ta da müşterilerimiz var artık.

Koronavirüs salgını sizi nasıl etkiledi?

Buranın yerel pazarında salçalarımızı satmak için satışa çıkıyoruz. Pazarın etrafını sardılar, tezgah mesafelerini arttırdılar, orada hissediyoruz salgının varlığını. Onun dışında sadece arkadaşlarımızı daha az gördük, daha az sarıldık, bahçeye yardıma gelebilen çok olmadığı için daha çok çalıştık. Şükür ki sağlık konusunda da, maddi konuda da bizi o kadar etkilemedi. O yüzden sosyal medyadan takip edilen bir durum gibi oldu. Tabii yaza kadar durumlar daha da düzelir diye umuyoruz. Yaz aylarında İnkum sahilde bisiklet kira/tamir işi de yapıyoruz, sahiller açılmazsa zorlanabiliriz. Aynı yerde ürünlerimizi de satmayı düşünüyorduk çünkü…

Şehirle ilişkiniz ne durumda? Toprakla uğraşmak dışında en fazla ne ile uğraşıyorsun orada?

Şehirle iç içeyiz ama şehirde gibi değiliz. Eşimle bisiklet turuna çıkıyoruz fırsat buldukça, o kadar çok ve o kadar güzel yer var ki. Bir yerden sonra bazen yol bitiyor, tarlalar çıkıyor karşımıza. Bisikletleri sırtımıza yükleyip, çitleri geçmeye çalışıyoruz, sonra orman sonra yine tarla, ben böyle çarpık köyleşme görmedim. Bisiklet ve yürüyüşün, yaşadığın yeri tanımak ve o yerde kendini bulmak için en güzel yol olduğunu düşünüyorum. Köylerden geçerken tanımadığın insanlara selam verip, sohbet etmek, çocukların bizimle yarışması keyif veriyor.

En çok neye küfür ediyorsun, en çok ne güldürüyor yüzünü?

Her zaman ve her yerde, her konuda her şeyi çok bilene güzel küfür ediyorum. 🙂 Ve dedikoduya. Pişman değilim.

Şu sıra, en çok, tohumlarımızın yeşil yeşil pırtlamış hallerini görmek güldürüyor. Geçenlerde burada tanıştığım ama sanki yılllardır tanığım birine kitap hediye etmiştim. Kitabı okuyup, çok beğendiğini söylemesine kalbimle gülmüştüm. Köpeğimiz 13’ün, yanımızdan ayrılmadığı için, peşimiz sıra gelerek diktiğimiz fidelere basmasına da gülüyorum, kedimiz Buçuk‘un çamurlu ayaklarıyla evde pati izlerini görmeye de gülüyorum. Bu kış bizim için zor geçti, yakacak odunumuzun olmadığı zamanlarda da güldük, ödenmemiş faturalar rekoru kırdığımızda da. Hobi olarak çok gülerim. Neden, benim.

Okuduğun hikayeler arasında en fazla ilham aldığın hangisi?

Gündönümü çiftliği. O zamanlar sıkılmış ve sıkışmış halde İstanbul’dayım. O röportajı binlerce kez okudum okuttum, düşününce hala içim kıpır kıpır. Üstelik geçen yaz o çiftliğe gittik. Aysun hanım ve Mehmet Bey’le tanıştık, az çok işleyiş hakkında bilgi sahibi olduk. Benim için çok heyecan verici bir tecrübeydi. Kendi yolumda, kendi doğrumda olduğuma inancımı beslemiştim.
Sonra Bayramiç’teki çiftlik… Bahadır Yasa. O sayade öğrendim Tatuta’yı, AB projelerini… Bu ikisinin yeri bir başka.
Ben bunları hep İstanbul’dayken tanıdım, gördüm, bildim, hayal kurdum, heves ettim. Şimdi… Heyecanımı mutluluğumu anlatmak için kelime bulamıyorum.

Evet, hala emekliyorum ama en azından bu kez toprağın üstündeyim.
Zehra Ertuğrul kendisini yazdı…
29 yaşındayım, 2016’da 25 yaşında köy hayatını gördüm, sevdim, seçtim. Aklıma “İnsan, 25 yaşında ölür, 75 yaşında gömülür” sözü geliyor.
Üniversite sınavına hazırlanırken lise edebiyat öğretmenim Mustafa Öncel şiiri, edebiyatı karıştırdı kanıma. Klasikleri okumaya başladım, en yakın arkadaşımla ileride okuyacağım okulun karşısındaki, Orhan Kemal Halk Kütüphanesi’ne üye olduk, belli aralıklarla kitap alıp vermek için yalayıp yutuyorum. Çok sevdim bu işi en çok hangi bölümde kitap okuyabilirim? Buldum felsefe. Sonra; “Yaz kızım İstanbul Üni. Felsefe”
Arada bir telaşa kapılıyordum ama “şu meslekçi olacağım ben” diye de gitmedim üniversiteye. İşte oynuyorum böyle. Telaşım ara sıra yokluyor, bu sefer toplum baskısından, “x şuraya şuradan girmiş, y bu kadar para kaza kazanıyormuştan” değil de, daha içten bi’ yoklama. İçim yokluyor ama ben burada hep. Bahçede…

Bir Soru Sorun

yorum

Son aktif üyeler

Şu an yakınlarda aktif olan üye yok

Üyeler

Henüz kimse kayıt olmamış!

Çevrimiçi kişiler

Şu an çevrimiçi kullanıcı yok