Hayalim Bi' Çiftlik

Bir Deniz Bir De Toprak… – Sinop

Şehirden kaçış sebebinin “yalnızca” trafik, betonlaşma ve kalabalıklar mı ?

Bu Çiftlik hakkında…

  • Cevizcilikte neden 400 ağaçla sınırlı kalmalı ?

  •  Şehirden kaçışın sebebi yalnızca trafik, kalabalıklar ve betonlaşma mı ?

  • Zirveyi görmüş bir yöneticinin toprağa dönüş hikayesi…


♦ İnsanların şehirden kaçış sebebinin “yalnızca” trafik, betonlaşma ve kalabalıklar olduğu üzerine yanlış bir algı var.

Oysa Sinop’un 10 kilometre dışında bulunan, Dizdaroğlu köyündeki bir çiftlik evinde bunun tersini kanıtlayan, bir çiftçi yaşıyor.

Oğuz Özcü, şehrin banliyösünde süper lüks bir konutta, ağaçlar içinde yaşayabilir, işine şoförle gidip gelebilir, her hafta sonu yurtdışına çıkabilirdi.

Ve fakat tüm bu imkanlara karşın şehri terk etmiş, dahası finalini “kurtuluş” kelimesiyle tanımladığı bir süreç yaşamıştı.

Kurtuluşu da, kendi sözleriyle, Sinop’ta bulmuştu.

Başarı, para, hayal kırıklıkları ve mutluluk arayışı üzerine söyleyecek çok sözü vardı Oğuz Özcü’nün… Ve tabii cevizcilik ve denizcilik üzerine de…

KEDİLERİN BİLE YELKEN AÇTIĞI KENT

Sinop doğudan batıya doğru 604 kilometre boyunca uzanan Karadeniz sahil yolunun sonlandığı noktaya kurulu bir liman kenti. Aynı zamanda da geçmişi yüzyıllara uzanan bir sürgün şehri.

Şehir girişinin son derece dar bir boğazdan olması, diğer tarafta da hırçın dalgaları ile Karadeniz, kenti coğrafi bir hapishaneye dönüştürmüş. Ama ne cezaevinin kasveti ne de hücrelerinde halen fısıltısı duyulabilen acı sohbetler, Sinop’un büyüsünü azaltabilmiş.

Hatta şehir, tüm o sürgünlüklerden beslenmiş.

Sabahattin Ali, Burhan Felek ve daha pek çok fikir ve kültür adamının, buradaki zorunlu misafirliğinin, kentin şu anki sosyo-kültürel yapısına katkı yaptığı şüphe götürmez.

Soğuk savaş döneminde Rusya’ya karşı kurulan NATO’ya ait radar üssü de şehrin kültürel yapısını çok etkilemiş. Üste çalışan Amerikalılar’ın buradan ağlayarak ayrıldığını duyduğunda, insan, abartıldığını düşünebilir. Ancak değil bir kaç sene, bu modern kentte geçirilen bir kaç gün bile Sinop’a karşı bir aidiyet hissinin oluşması için kesinlikle yeterli.

O hissi de Oğuz Özcü’den daha iyi kimse ifade edemez herhalde:

İnsanların tatile gittiği yerler gittikleri bi sürü yer var Türkiye’de de, dünyada da… Çok da güzel olduklarını söylüyorlar. Uzun süreli değil ama bir iki tanesini de gördüm. Ama ne bileyim, ben Marmaris’i bilmem ben, Fethiye’yi bilmem, Bodrum’u bilmem. Eşim de ben de Sinoplu olduğumuz için biz her fırsatta, her bulduğumuz boşlukta Sinop’a geldik. Çocukluğumuz Sinop’ta geçti. Sinop’ta yelken yapmaya başladım. Sinop’ta spor yapmaya başladım. İlk işim Sinop’ta oldu. Kariyerimin ilk 7 senesi Sinop’ta geçti. Sinop’ta olduğum süre içinde, 9 metre 10 cm boyunda, 3 metre  genişliğinde, filika dediğimiz nordik tipi bir tane ahşap yelkenli tekne yaptım. Yani bunlar, denize çok rahat ulaşabilmem, toprağa çok rahat ulaşabilmem, doğanın her an içinde olabilmem, sokakta yürürken her 5 metrede bir, birisiyle selamlaşıyor olmam, her girdiğim dükkanda tanıdık bir insan olması, bir sohbet çıkması, bunlar benim için paha biçilmez şeyler.”

Özcü bugün, Sinop merkeze 10 kilometre mesafedeki Dizdaroğlu köyündeki çiftliklerinde, 2003 yılından bu yana eşi ve ailesi ile birlikte yaşıyor.

SİNOP’TAN “ZİRVEYE”

Oğuz Özcü’nün kişisel kariyer hikayesi, Türkiye’deki en önemli bir kaç iş kolunun da tarihi aynı zamanda… Başarının şansı diye bir kavram varsa, Özcü kesinlikle bunun kanıtı…

Kısa anlatmak çok mümkün değil ben konuyu biraz detaylandırabilirim lütfen beni uyarın.” diye başladığı serüveni bölmek istemiyoruz.

Ben ilkokulu burada okudum, çocukluğum burada geçti. Ancak ilkokuldan sonra bir sınava girdim ve o zamanki adıyla Samsun Marif Koleji’nde yatılı okula gittim. Oradan sonra da Boğaziçi Üniversitesi mühendislik fakültesini kazandım.

Üniversitenin bitişiyle, ben, diploma törenini bile beklemeden koştura koştura, her zaman geldiğim gibi Sinop’a geldim. Biraz dinleneyim arkadaşlarımı göreyim, eğleneyim, ailemi göreyim derken daha bir kaç gün olmuştu, deniz kenarında bir beyle karşılaştım. O beyle sohbet ediyoruz, işte bizde misafirler önemlidir, adama nezaket gösteriyorum falan…

Adam dedi ki; “Oğlum sen ne iş yapıyorsun”

“Amca ben öğrenciydim, finaller bitti, mezun oldum.” dedim.

Bunun üzerine o beyefendi bana, “Moralim çok bozuktu. Şimdi seni gördüm, tanıdım, moralim düzeldi.” dedi.

“Niye” dedim.

“Ben, Türkiye şişe cam fabrikalarının bir yöneticisiyim. Burada bir fabrika kuracağız, insan kaynaklarıyla ilintili bir araştırma yapmaya gelmiştim. Burada personel bulmakta çok zorluk çekeriz diye düşünmeye başlamıştım. Seni görünce mutlu oldum. Bizimle beraber çalışır mısın, böyle bir fabrikanın kurulusunda görev alır mısın ?..” dedi.

Bu benim arayıp da bulamadığım şey. Ben zaten hep Sinop’ta olmak istiyorum ama Sinop’ta iş sahası yok. Ne yapacağım, ne edeceğim… Mecburen, ya yurtdışına gideceğim, üniversite hayatına okumaya devam edeceğim… Ya da İstanbul’da bir yerde bir işe gireceğim…

Bu teklifin üstüne ben balıklama atladım. Yaz tatilimi bitirmeden Paşabahçe’de çalışmaya başladım. Sinop’taki fabrikanın kuruluş çalışmalarında bulundum. Çok önemli tecrübeler kazandım. Yani sıfırdan bir fabrika kurduk. Topraktan inşaatını, sonra makine montajını sonra fırın montajlarını yaptık.  Kariyerimin ilk 7 senesi bu cam fabrikasında Sinop’ta geçti. Sinop’ta bulunduğum sürede eşimle tanıştım, burada ilk çocuğumuz oldu.

Ancak 7 senenin sonunda bir uluslararası danışmanlık firmasından çok güzel bir teklif aldım. Burada her şey yolunda olmasına rağmen, işte insanın iyiyi arayışının sonu yok, Irak’a taşındım.

Yapılmayacak bir şey yaptım.

Irak-İran savaşı sırasında, 1986-1987 gidiş tarihim, Saddam’la Humeyni birbirine girmiş, gençliğinde verdiği cesaretle ben kalktım oraya gittim. Dedim ki “Bizim çalışacağımız yer Süleymaniye’de, kuzeyde… Savaşa uzak… Biz de işimizi yapacağız, profesyoneliz.”

“Bu gelirle ben 3-4 sene orda o koşullarda çalışırsam, Türkiye’ye dönerim, kendime bir talaşlı imalat ısı firması kurarım” diye planladım ama çok planlamalar planlarıma uygun gitmedi.

Humeyni Süleymaniye’de yeni bir cephe açınca bizi Musul’a verdiler. Musul’da bir çimento fabrikasını çalıştırıyoruz. Eşim ve 2 yaşındaki kızımda benimle birlikte… Orada biz içindeyken fabrikamız bombalandı. Ciddi ciddi Humeyni’nin uçakları geldiler, fabrikayı bombaladılar ve çok büyük bir kaos yaşandı.

Şükürler olsun ki; kimse ölmedi, birkaç arkadaşlarımız hafif yaralarla bu işi atlattı.  Bu bombalama sonrası tüm ekiple birlikte Türkiye’ye döndük.

Sinop’ta 18 yaşında cam sektöründe başladığı iş hayatında, savaşlar altındaki Irak’tan Avrupa başkentlerine kadar bir çok yerde en üst düzey görevlerde bulunmuş Oğuz Özcü. Türkiye’yi cep telefonu ile tanıştırdığında ise henüz 30’larının ortasındaymış.

“Bunu hiç alçak gönüllülük yapmadan övünerek söyleyebilirim; Türkiye’de GSM sektörünün kurulusunda emeği geçen ilk 3-4 kişiden birisi de benim. Türkiye’deki ilk GSM şirketini ( Türkcell ) 1993 yılında kurmaya başladık. Organizasyonunu yaptık, kadrosunu oluşturduk. Ve 1994’de ilk “alo”yu biz yaptırdık. O zamanın cumhurbaşkanı Sayın Demirel’di. Demirel’le Başbakan Çiller’i görüştürdük. Çok unutulmayacak bir anı benim için o.

Türkcell’de yaklaşık iki buçuk sene kadar çalıştıktan sonra  Telsim’den teklif aldım. 1995 yılının ikinci yarısında geçtiğim Telsim’de yaklaşık 8 sene üst düzey görev yaptım. Çok stresli, çok yorucu, yıpratıcı bir süreçti benim için… Sürekli yurtdışı, yurtiçi seyahatler. Benim iki tane kızım var onların küçüklüklerini hatırlamıyorum. İkisini de eşim büyüttü. Ben geceleri 10’da 11’de eve gelirdim çoğu zaman cumartesi pazar ya seyahatteyim ya bir toplantı var ya bir bayi toplantısı var.

Türkiye’deki milyonlarca çalışanın hayal edeceği bir başarıydı ulaştığı. Çok genç yaşta ulaşılan zirveydi… Ama rüzgarı Karadeniz kadar sert bir zirve….

Tıpkı yokluk gibi varlık ve maddiyat da bir ön yargı oluşturuyor insanda.  Ta ki varlığın bedelini dinlemeye başlayıncaya kadar.

“Yani bu kolay bir duygu değil… Yani o şirketin tepesinde olmak, o şirkette böyle çok iyi gelir elde ediyor olmak, sosyal seviye olarak çok özenilir bir yerde olmak, hakikaten güzel tarafları var. Ama çok ağır bir de bedeli var. Bu bedeli bir yere kadar yaşayabiliyor insan. Şimdi bu stres, bu sıkıntı nasıl bir şey şöyle anlatayım; ben Türkiye’nin en büyük 2-3 şirketinden bir tanesinin genel müdürüydüm. Bu şirket ne kadar büyük, piyasa ne kadar hareketli, sizin sorumluluğunuz o kadar fazla… Şirkette ne kadar çok personel var; 100 kişi varsa 100 kişiye karşı sorumlusunuz, 2000 kişi varsa 2000 kişiye karşı sorumlusunuz. Ama milyonlarca kişiye bir hizmet götüren bir şirketin yöneticisiyseniz milyonlarca kişiye karsı sorumlusunuz. Şirkette çalışan herkes, sizin bulup getirdiğiniz insanlar size güvenen insanlar, şirketin sahipleri, şirketin yönetim kurulu üyesi size güvenmiş sizi oraya getirmiş. Onların beklentileri farklı, piyasadaki abonenin beklentisi farklı, piyasada iş yaptığınız bayilerin efendime söyleyelim yüklenicilerin beklentileri farklı ve sizin personelinizin beklentileri farklı… Bütün bu beklentilerin kesişme noktasındasınız. Herkes bir taraftan sıkıştırıyor; onun beklentisi kar, öbürünün beklentisi iyi hizmet, öbürünün beklentisi iyi çalışmak, insan yerine konulmak… Öbürünün beklentisi senin ürünlerini satarak kar elde etmek, çoluğunu çocuğunu geçindirmek. Bütün bu sorumlulukların ortasında eğer de vicdanen birazcık hassas biriyseniz, eğer sorumluluk duygunuz normalin biraz üstündeyse kendinizi çok kötü hissediyorsunuz. Ben size ne anlatayım; ben senelerce geceleri uyandım. Bu her gece değildi ama haftada bir bazen iki bu olurdu. Kafamda bir sıkıntıyla uyanıyorum bakın saat iki buçuk… Uyumam mümkün değil. Saat 2 veya 3…

Ne yapıyorum zavallı eşim;

“Ayşe kalk!”

“Ne oldu?”

“Ya ben uyuyamıyorum çok bunalmış vaziyetteyim kalk çıkalım”

Evden dışarı çıkmak zorundayım. Kar olsun, kış olsun yaz olsun hiç fark etmiyor. Biz Ayşe’yle… Zavallı giyiyor, üstüne eşofmanları biniyoruz arabaya. O zaman Etiler’de oturuyorduk. Etiler’den ya Sarıyer istikametine ya Eminönü istikametine sahilden git gel bir yerde dur bir çay iç ondan sonra gel sabaha karsı 5’te yat 6 buçukta kalk tekrar işe git.

Bir süre sonra artık sinirler iyice zayıflıyor, çelik gibi irade olması lazım o savaşçı insanlar olması lazım. Ben belki çok savaşçı değilim belki çelik gibi iradem yok, bir yere kadar götürebildim. Doktorlarında tavsiyesi de bu yönde oldu… Doktora gidip artık ilaç kullanmaya başlamak bardağı taşıran damla oldu. Ondan sonra da baktım ki iş giderek kötüye gidiyor; sağlığım bozulacak, ailemle ilişkilerim bozulacak, personelimle ilişkilerim bozulacak ben bu noktada yani 2003’ten itibaren de emekliliğim doldu onu bahane ettim.  Ben artık emekli olacağım, Sinop’a gideceğim, başka işler yapacağım diye bu işten kendimi kurtardım kurtuluşu da burada buldum.

Evet yani eskisi kadar çok gelirimiz yok, çok maddi imkanlarımız yok, yurtdışına seyahatlere gidemiyoruz, iki senede bir arabamızı falan değiştiremiyoruz, ama son derece doğal ve mütevazı bir ortamda kendi kendimize yetiyoruz. Burada köyümüzde üretim yapıyoruz efendim denizde balık tutuyoruz sosyal işlerde görev alıyoruz; mesela ben kendi yetiştiğim yelken kulübünün şu anda yöneticiliğini yapıyorum.

Toprağa dönüş, bir tercih mi yoksa zorunluluk mu ? Bu cevabı kolay verilebilir bir soru değil.

OĞUZ YİNE “ÖNCÜ”

Ceviz, özellikle son yıllarda ithalatının çok artmasıyla devletin desteklediği meyveler arasına girdi… Cevizciliğe yönelecekler için önemli teşvikler yapılıyor.

Çiftlik hayali kuran çok sayıda şehirli için, ceviz, doğaya açılan bir kapı konumunda bulunuyor.

Oğuz Özcü için de öyle olmuş.

70 dönümlük bir arazi üzerine kurulu olan çiftliğinin 40 dönümünde tarım faaliyeti yapılıyor. Ceviz arazisinin en değerli ürünü…

Türkiye’de cep telefonu teknolojisi üzerine birkaç öncü isim arasında olan Oğuz Özcü, 1998 yılında, yani henüz çalışırken, bu araziye ceviz ekmeye başlamış. Bir ayağı henüz şehirdeyken kurmaya başladığı çiftlik modeli, bu yola çıkma kararında olanlara örnek olacak nitelikte.

“Bizim yörede cevizin iyi yetiştiğini öğrendim, toprak analizleri yaptırdım, tabi bunların hepsini uzaktan kumandayla eşin dostun yardımıyla yapıyorum. Buralara gelmem çok mümkün değil o sıralar, vaktim yok. Her sene buraya ceviz fidanı diktirmeye başladım zaman içinde bu fidanların sayısı 600’e kadar ulaştı. Çok da fazla büyütmek istemedim çünkü kendim çalışmak istiyordum. Yani eleman tutup çalıştırma, işte büyük çiftlik yapmak gibi bir niyetim yoktu. Kendimin ve ailemin baş edebileceği kadar bir miktar olsun diye düşünmüştüm ama ona rağmen yine fazla olmuş. Aslında 350 – 400’ü geçmemek lazımmış.

Ceviz işi çok kolay bir iş değil… Yani şey diye düşünüyorsunuz; işte ağacı diktim, büyüyecek, meyvelerini verecek, toplayacak… Öyle değil. Özellikle bu işi modern tarıma uygun yapmak istiyorsanız mutlaka o cevizlerin diplerinin çapalanması lazım… Senede birkaç kere mutlaka… Halk arasında yanlış bir şey vardır; “ceviz su istemez” diye…

Aslında ceviz en fazla su isteyen meyvelerden birisidir.

Oğuz Özcü Sinop’ta modern cevizciliği başlatan isim olmuş. Onun öncülüğünde “karganın diktiği” cevizden, bir çok yerde kapalı ceviz bahçeciliğine geçilmiş.

Bugün Sinop havalisinde 7 bine yakın ceviz ağacı bulunuyor.

“Biz ailecek burada bir laboratuvar işlevi gördük. ” derken Özcü abartmıyor.

2003 yılında henüz emekli olup geldiği bu çiftlikte artçıları halen süren bir deprem yaşamış.

“Sinop’a geldiğim zaman zaten ilk dikilen fidanlarımız 5 yaşına gelmişti ve ufak ufak meyve de vermeye başlamışlardı. Ancak bu ilk dikilen fidanları Yalova’daki bir devlet kurumundan, bir araştırma enstitüsünden almıştım ve hepsi orada geliştirilen Yalova türleri olarak biliniyordu.

Burada çok ilginç, herkesin ders çıkarması gereken bir hikaye var. Sinop’ta devletin sübvansiyonla verdiği fidanları aldık. Bu fidanlar resmi bir kurum tarafından Sinop’a getirildi ve iyi niyetle, “çiftçiye, köylüye destek olalım, onlara ucuz fidan temin edelim” diye dağıtıldı. Piyasa değeri 12 lirayken biz bunların tanesini 4 buçuk liraya aldık. 250 tane az da değil. Bu 250 tane fidanı diktik bunları 4, 5 sene çapaladık, suladık, bakımını yaptık. Bebek gibi büyük bir istekle ve hevesle…

Sonra bunların meyveleri çıkmaya başladı.

Bir baktık ki bunlar yaban.

Yani biz almışız, atıyorum, “Şebin” cinsi diye… Oysa hiçbir alakası olmayan, kötü kalitede, az verimli olan, sert kabuklu içleri kara cevizler çıktı.

Hatanın her ne kadar sorumlusu siz olmasanız da güvendiğiniz başka kurumların hatasının ceremesini siz çekiyor olsanız da bu büyük bir hayal kırıklığı yaratıyor, bir üzüntü yaratıyor sonra bir öfke yaratıyor.

Bu ceviz fidanlarını aldığım kurumla bunun yüzleşmesini yaptım tabii..

“Niye böyle bir şey yaptınız siz, benim 5 senemi ziyan ettiniz, çöpe attınız, bir daha bunu bana nasıl geri vereceksiniz” diyerek.

Burada çıkartılması gereken büyük bi ders var; Bu emeğe yönelik ve geri döndüremeyeceğiniz, 5 senenizi verdiğiniz bir işin sonunda yaşadığınız bir hayal kırıklığı.

Bu benim için önemli bir ders oldu.

Bu örnek sayesinde çevremizde bu işe başlayanlar hep bize geldiler.

Biz hep onları teşvik ettik; “Aman bakın bu yanlışı yapmayın, fidanınızı mutlaka gidin bir özel fidan üreticisinden alın, ama garantili alın, sözleşme yapın eğer ceviz aslında uygun çıkmazsa bir tazminat isteyin.”dedik.

Ve insanlar bu şekilde ceviz fidanlarını elde ettiler ve o sayede hepsinin ceviz fidanları sağlıklı olarak yetişti, aslına uygun olarak çıktı.  Ben hala her sene mart ayında, burada, bir hafta 10 gün elimde aşı kalemleri ve takım çantam, zamanında yaptığımız yanlışların telafisiyle uğraşıyorum.

Oğuz Özcü yıllar içinde edindiği tecrübelerle tam bir ceviz eksperine dönüşmüş. Her sene, bahçesinde yer alan 50 ila 100 ceviz ağacının türünü, aşılama yöntemiyle, daha verimli türlere dönüştürüyor.

Toplam 6 değişik türün bulunduğu bu büyük ceviz bahçesi, profesyonel yaşantısının bir yansıması…

Benim diktiğim fidanları gezerseniz her birinde bir değişik renkte bir etiket görürüsünüz. Bir plaket sallanır. Yani bu o ağacın cinsini gösterir bir plakettir. Birçok yerde bunu göremezsiniz. Bu bana, özellikle, o ağaçların bakımlarıyla ilintili hasatla ilintili birtakım kolaylıklar sağlıyor. Ben ağaca giderken benim olmam şart değil sistemin olması önemli… Bu plaketleri koymamın amacı; bir sistem oluşturmak. Ben belki ağaçların hepsinin ne olduğunu ezbere biliyorum.

Ama ben olmadığım zaman da, herhangi birisi, “ben işte gidip şebinleri toplayın, toplansın” dediğim zaman…

“Hangisi şebin diyecekler ?..”

Ben de üstüne diyeceğim ki; “yeşil plaket olanlar şebin, beyaz plaket olanlar Yalova 1, mavi plaket olanlar Chandler “…

Bu bir yöneticilikten kalma bir şey.

Hesabını iyi bilen, toprak, ağaç, meyve döngüsünü senelerdir yaşayan biri var karşımızda. Bu yola çıkmak isteyen, bir ceviz bahçesi hayali kuranların not etmesi gereken cümleler geliyor sözlerinin devamında.

“Bu işi biz ticaretten çok terapi maksadıyla yapıyoruz. Sağlığımızı kazanmak için, mutlu olmak için, bir şeylerin yetiştiğini görmek onları toplamak, satmak vs. için yapıyoruz. Ha bu arada bunlar da çöpe gitmiyor. Bir üretim yapıyoruz, bu üretimi de tabi ki satıyoruz. Sattığımız zaman çok mu para kazanıyoruz. Hayır. Ama en azından bu iş için harcadığımız masraflar çıkıyor. Mazotuydu, personel parasıydı vs. bunları çıkartıyoruz.

Yeri gelmişken şeyi söyleyeyim; bir de bu işler “cevizi diktim, ağaç basına 50 kilo ceviz aldım, işte sattım kilosu su kadardan, bu kadardan para kazandım” falan böyle bir şey yok. Yani böyle bir hayal, gerçekten bir hayal. Her zaman kitaplarda yazılanlar, internette yazılanlar yarı yarıya hatta 3’te 1 oranında azaltılarak hesaplanması lazım…

Ama gelecekte bu bahçe bizim çocuklarımıza, bir gelir de sağlayacak. Üstelik ciddi bir gelir de sağlayacak.

Bizde şöyle bir laf vardır; Kendini düşünüyorsan kavak dik, çocuklarını düşünüyorsan çam dik, torunlarını düşünüyorsan ceviz dik. Çünkü ceviz ancak 25, 30 sene sonra sağlıklı üretim vermeye, bol üretim vermeye yönelik bir meyve. Kavak dikerseniz 10 sene sonra kesersiniz, satarsınız, parayı siz kullanırsınız. Çam dikerseniz 20 sene sonra kesilir, çocuklarınız onların parasını kullanır. Ama ceviz dikerseniz torunlarınız onun meyvesini satar. Onların çocukları da keser kerestesini satar. Onların çocukları da köklerini söker, köklerinden elde edilen o çok damarlı çok hareli sert ağaçarı, ( bunlar özellikle otomotivde kullanılır, silah sanayide kabzı olarak dipçik olarak kullanılır ) onlar da onu satar.

Yani cevizin böyle bir şeyi var yapısı var; çok emek istiyor, çok uzun zaman gerektiriyor o yüzden de insanlar kendilerinin düşündüklerinden çok fazla ceviz yatırımı yapmıyorlar. Kısa surede ne elde edilir; kiraz… Kiraz yapıyorlar. Kısa surede ne elde edilir; meyve, elma, elma yapıyorlar, armut yapıyorlar cevizin böyle bir yapısı var.  Bu uzun soluklu bir şey… Dediğim gibi torunları, torunların torunlarını düşünerek yapılan bir iş.

Önemli olan bir eser bırakmaksa bence bu da bir eser. Kimisi kitap yazar, kimisi resim yapar, kimisi bir şarkı besteler. İşte biz de onları yapamadığımız için bunu yapıyoruz.”

“DENİZ ÜSTÜ KÖPÜRÜR”

Oğuz Özcü’nün Sinop’taki yaşamında 2 önemli durak var. Bunlardan birincisi çiftlikte yetişen ceviz ve fındığın el emeğiyle kırıldığı ambaraltı.

Tüm aile, yıl boyu yetişen meyveleri, ambaraltında, kabuklarından ayırıyor.

Çiftliğin bu en eski yapısı, Özcü’nün yıl boyu yaptığı “ırgatlığın” meyvesinin alındığı yer.

“Bütün işleri biz aile olarak bir disiplin ve iş bölümü içinde yapıyoruz. Benim görevim ırgatlık. Ben işte cevizliğin, fındıkların budaması, dip temizliği, çapası aşılanması gibi görevleri üstlendim… Bazı hamallık işler olursa onlara da yardımcı oluyorum. Kayınpederim var, babam… 85 yaşında ama 15 yaşındaki delikanlıdan daha enerjik ve dinamik. Bu bahçe içindeki yapılması gereken bütün işleri o yapar. Mesela tavuklar; tavukların bakımı, temizliği, yumurtaların alınması, onların beslenmesi tamamen onun sorumluluğu altındadır. Bu bahçenin çevre temizliği onun sorumluluğu altındadır. Eşim Ayşe, aşçımız… Bütün mutfak onun sorumluluğu altında, bütün yemeklerimizi kahvaltılarımızı her şeyimizi o yapar. Böyle elle yapılması gereken işlere de zaman zaman destek olur. Ersin var eşimin kardeşi… Ersin de evin temizliği, düzeni ve satın alma işlerinin sorumlusudur. Bütün eve gereken lojistik desteği Ersin sağlar.

Ama bir hasat zamanında hep birlikte çalışırız yani fındık toplanacak hep beraber toplarız, ceviz toplanacak hep beraber toplarız yani bunlar imece gerektiren işlerdir. İşte fındıklar ayıklanacak hep beraber yaparız. Cevizler kabuklarından çıkartılacak hep beraber yaparız.

Özcü’nün hayatında ambaraltı kadar önemli bir yer daha var. O da Sinoplu tüm denizcilerin Adabaşı olarak andığı avlanma sahası.

Sabah çok erken, Sinop limanına doğru başlayan bir yolculuk bu.

Birkaç yıl öncesine kadar uyutmayan düşüncülere ait olan bu saatler, yerini bambaşka “kaygılara” bırakmış bugün… Bugün Oğuz Özcü, alacakaranlıkta, arabasına, “Acaba Selami Şen pastaneyi açmış mıdır, peynirli poğaçalar çıkmış mıdır ?..” sorusu ile biniyor.

“Palamut meraklısıyım ben… Başka bir balığın peşine düşmem, palamut yakalama hastasıyım. Küçük, 6 metre boyunda bir kayığım var. Bu kayığımla beraber, tek başıma sabahın 4 buçuğunda, 5’inde denize çıkarım, sabah suyuna olan balıktan ne kısmetimiz varsa onu alırım. Bazen hiçbir şey tutamam günlerce gezerim, bazen 3 tane 5 tane tutarım evde yiyeceğimiz balık çıkar. Bazen 100 tane 200 tane tuttuğum olur o zamanda götürür fazlasını satarım; mazot paramı, işte cep harçlığımı vs. çıkartırım. “

Dolgun bir maaş ile cep harçlığı arasındaki farkı ondan daha iyi kimse bilemez herhalde…

“Bir yöneticiyken, bir profesyonel yöneticiyken bir  şirketin üst düzey genel müdürüyken aldığınız gelir çok çok başka…  50 kat daha fazla, belki 30 kat daha fazla bilmiyorum, böyle bi hesap yapmadım ama bence kıyaslamak doğru değil. Ama  50 tane balık satıp da oradan aldığınız 300 lira sizin bir genel müdür olarak aldığınız 20 bin dolardan 30 bin dolardan çok daha kıymetli, çok daha lezzetli bir para.

Karadeniz’de 3 liman olduğu söylenir; Temmuz, Ağustos ve Sinop…

“Kuzey yıldızı” adı verilen bu kente, yılın her mevsimi, her havada sığınılabileceğini, daha iyi anlatan bir söz olamaz herhalde.

Oğuz Özcü de öyle yaptı.

Tüm hayatı boyunca her fırsatta uğradığı bu limana, 12 yıl önce bu kez fırtınadan kaçan bir tekne gibi sığındı.

Olta takımı ile bahçe takımı arasında, büyük bütçelerden, dev sorumluluklardan uzakta, ama dümeninde yine kendisinin olduğu bir düzende mutluluğu buldu.

Bu denizci çiftçi, insanın daha iyiyi arayışı ile ilgili mükemmel bir örnekti. Mutluluğun her zaman zirvede olmadığının kanıtıydı.

Bir Soru Sorun

yorum

Son aktif üyeler

Şu an yakınlarda aktif olan üye yok

Üyeler

Henüz kimse kayıt olmamış!

Çevrimiçi kişiler

Şu an çevrimiçi kullanıcı yok